“Tumbolia: Ölü hıçkırıklar ve sönmüş elektrik lambaları diyarı”
Kitabı büyük bir merakla 2006 yılında almıştım, ilk okuma girişimim de o dönemde oldu. Benim için öyle bir kitap ki okuması tam 13 yılımı aldı. Sayısız defa okumayı denedim ama her birinde tamamlayamadan başa döndüm. Sonuç olarak şunu söyleyebilirim, değdi!
Daha önce çeviriler üzerine yazdıklarımın bir çoğu bu kitabın çevirisinin yapılmasının ne kadar değerli bir şey olması ile ilgiliydi. Çünkü 2006 yılında böyle bir kitabın orjinalini fark etme ihtimalim yoktu.
Yakın bir zamana kadar kitabın Türkçesini anlamakta da zorlanıyordum, öncelikle çevirinin kötü olduğunu bundan dolayı anlamadığımı düşündüm, sonra İngilizcesi ile birlikte okumaya başladığımda aslında orijinal dilinin de çok kolay olmadığını buna rağmen çevirmenlerin iyi iş çıkardığına kanaat getirdim. Hatta sonradan fark ettim ki yazar çevirmenler için ayrı bir kılavuz hazırlamış ve çevirmenler bundan faydalanmışlar.
Şu kelimlere bir bakın:
subltle allusion = ince anıştırma
phenomenon = görüngü
gibi onlarca kelime ile karşılaşmak sıradan bir okur olarak okumayı zorlaştırsa da aslında çevirmenlerin, terimlerin anlam derinliği bozmadan çevirmeye çalışmalarından kaynaklanıyor bu durum. 2006’da “phenomenon” kelimesini “fenomen” olarak çevrilmesi gerektiğini düşünüp kızarken 2019 yılına geldiğimizde aslında “görüngü” diyerek doğru bir çeviri yapıldığını düşünüyorum. Bu durum kesinlikle okumayı zorlaştırıyor fakat okumanın kolay veya zor olması tamamen okurun yeterliliği ile alakalı olduğunu düşünüyorum. Biraz çaba sarf etmek gerekiyor.
Aşağıda, kitaptan bazı notları paylaşıyorum, bazı bölümler bağlam ile iç içe olduğundan sadece kısa ve önemli kısımları parça parça ekliyorum bu sebeple yazdıklarımda bir bütünlük aranmamalı fakat her biri tek başına çok önemli.
İlk kısımlarda geçen MU bulmacası kitabın tamamında tekrar tekrar karşımıza çıkıyor, her seferinde geri dönüp nasıl olduğuna bakmam gerekti:
“Zeka her zaman örüntüler arar ve bulur, ne yaptığını gözden geçirmek zekanın içsel bir özelliğidir”
Yapay zeka çevresinde dönen ama aslında çok daha derinlere inen, zekanın farklı bölgelerinde dolaşan hem biyolojik hem sanatsal hem matematiksel kısımlarını hiç bakmadığınız bir açıdan gösteriyor.
İkinci bölümde rt dizgesi ile bana göre soyutu soyutlaştırıyor yazar. Günlük işlerimiz için örneğin programlamada (matematikte?) kullandığımız primitiflerin nasıl meydana geldiğini anlamak için beni bir seviye daha dışarıya ittiğini söyleyebilirim. Aslında araçlar basitleştikçe arkasında onu oluşturan mekanizmanın daha da karmaşıklaşması, sonsuz kere yakınlaştırıldığında yine de içinde milyonlarca detay bulunan fraktallar gibi. Sonuç olarak “3”ü tanımlamak “3 + 3”ü tanımlamaktan daha zor.
Kusursuz pikapla ilgili ilgili diyaloglar Gödel’in kusursuzluk teorimi anlamada çok güzel bir analoji oluşturuyor: “Doğruluğun teoremliği aşmasına eksiklik denir.”
Tosbağanın söylediği gibi: “Ama ortada bir kusur varsa bu onlarda değil senin onlardan yapmalarını beklediklerinde” Şöyle devam eder bu konu “eğer gerçekçi olmayan beklentileriniz varsa bu olgu yalnızca kusur gibi gelir.”
“Hata, gürültüyü sadece çarpışmaya yüklemek ve onu nesnelerden kucağa taşıyan ortamın rolünü tanımamaktan kaynaklanır.”
Matematik kavranabilir her dünyada aynı mıdır? sorusu zihnin sınırlarını esnetmek için güzel bir soru. Cevap olarak “Hayal edilebilen bütün dünyalar gerçek dünya ile aynı matematiğe sahiptir” der. Sınır şartlarını anlamak için güzel bir cevap!
V. bölümdeki yinelemeli (recursive) yapılar kavram olarak anlaşılması açısından zor fakat bir o kadar da kapsamlı. Bu kavramın bazı kült programlama kitaplarında bile yeterince iyi aktarılmadığını duymuştum bence burada konuyu gözü kapalı anlayabilirsiniz. Yani sadece gözümüz kapalıyken…
Bu bölüm şöyle sona erer: İki şey ne zaman aynıdır? Bu soru zekanın basitliği ve zorluğu hakkında çok şey söylüyor.
…Bizim şovenizmimizde, kendimizdekine yeterince benzeyen bir beyni olan varlığa “zeki” deriz, ve başka tip nesneleri zeki olarak tanımayı reddederiz. Uç bir örnek olarak, dış uzaydaki Bach plağının şifresini çözmek yerine büyük bir kayıtsızlıkla yörüngesinde devam eden bir meteoru ele alalım. Meteor plakla, bize plağın anlamına kayıtsız kaldığını düşündürtecek bir şekilde etkileşime girmiştir. Bu nedenle, meteora “aptal” deme ayartısına kapılabiliriz. Ama belki de bununla meteora haksızlık etmiş olurduk. Belki de, Dünya şovenizmimiz içinde algılayamadığımız “yüksek zeka”ya sahiptir ve plakla etkileşimi bu yüksek zekanın bir göstergesidir. O zaman, plak -bizim ona atfettiğimizden tamamıyla farklı- daha “yüksek bir anlam” kazanabilir; belki de anlamı onu algılayan zekanın tipine bağlıdır. Belki de.
İster dünya şovenizmi deyin ister bilimin kibri. Bir şeyleri anladığımızı düşünürken aslında o “şey” lerin nasıl katmanlarına ayrıldığını, onu ele alış biçimimizle bile farklılık gösterebileceğini ve aslında “tam anlama” gibi bir durumun düşünceyi “hiç”liğe götürdüğünü ve yine bir yinelemeli döngünün içine soktuğunu göreceğiz.
“Dizgenin dışında olan siz, onun kendisini anlamasından daha farklı bir biçimde algılarsınız”
“Çelişki ilerlemenin ana kaynağıdır”
“Aydınlanma her zaman düşünme yolunun tıkanmasından sonra gelir”
“Varlığın zıttı olan hiçlik değildir. … Düş gören dilsiz adam, düşünü bilir ama anlatamaz.”
Kitapta bir çok Zen diyaloğu yer alıyor, biri şöyle:
Meraklı bir keşiş bir ustaya “Yol nedir?” sorusunu sordu.
“Hemen gözünün önündedir” dedi usta.
“Niye kendi başıma göremiyorum?”
“Çünkü kendini düşünüyorsun.”
“Ya sen: sen onu görüyor musun?”
“‘Ben görmem’, ‘sen görürsün’ diyerek çift gördüğün sürece, gözünün önünde perde olur” dedi usta.
“Ne ‘Ben’ ne de ‘Sen’ olmadığı zaman, biri onu görebilir mi?”
“Ne ‘Ben’ ne de ‘Sen’ olmadığı zaman, onu görmek isteyen kimdir ki?”
İkinci bölüm daha teknik konulara odaklanıyor ve bilgisayarların temelleri ile başlıyor. Bilgisayar temel kavramlarından; komut, veri, cpu, çeviri (assembly) dili, derleyiciler, yorumlayıcılar gibi bir çoğunu açıklıyor. Ayrıca hoşuma giden tanımları “İçerikler” kısmına ekliyorum.Burada benim en çok ilgimi çeken yer önyükleme yani “bootstraping” kısmı oldu. Programla dillerini bir derleyici ile derliyorsak ilk derleyici nasıl yazıldı sorusunun cevabını veriyor ama aslında arkada yer alan sorular şunlar olabilir: (Yapay) Zeki bir form ilk defa nasıl ortaya çıkacak? Ya da insan evrim sürecinde “zeka” sahibi olduysa süreç nasıl işlemiş olabilir?
Kendisi bir program olan derleyici, elbette bir dilde yazılmak zorundadır. İlk derleyiciler, makine dilinden çok çeviri (assembly) dilinde yazılmışlardı. Bilgi arttıkça, insanlar kısmen yazılmış bir derleyicinin kendisinin uzantılarını derlemek için kullanılabileceğini fark ettiler. Bir başka deyişle, bir derleyicinin belirli bir çekirdeği yazıldıktan sonraki bu derleyici derlenene kadar daha büyük bir derleyiciye çevrilebilirdi. Bu da, tam gelişmiş derleyici derlenene kadar daha büyük derleyicileri çevirebilirdi. Bu süreç açık nedenlerden ötürü bootstraping olarak bilinir.
Burada çevirmen notuna göz atarsak şöyle diyor: “bootstraping başkalarından yardım almadan bir şeyi yapma, başarma kendi göbeğini kendi kesme” yani İngilizcedeki bu apaçık kelime, muhtemelen aynı anlamı verebilmek için yukarıdaki gibi daha kapsamlı bir sözcük grubu gerektirir.
Sonra devam eder:
Bu bir çocuğun ana dilinde kritik düzeyde akıcılığa erişmesinden çok farklı değildir; bu noktadan itibaren çocuğun sözcük dağarcığı ve akıcılığı atlamalar ve sıçramalarla ilerler; çünkü dili yeni dil edinmek için kullanabilir.
Bölüm karınca fügü ile biter, en sevdiğim dialoglardan birisi bu oldu. Karınca kolonisini bir birey gibi ele alıp, her bir karıncayı nörona, tüm koloniyi ise beyine benzetmesi fikri ilham verici. Burada geçen bir başka konu ise insanın harfleri değil de kelimeleri anlamlı bulması. Yani tek tek harfleri öğrenmeniz size hiç bir şey ifade etmez, önemli olan harflerin bir araya gelip bir kelime veya cümle oluşturmasıdır. Tıpkı nöronların bir araya gelip beyni oluşturması gibi. Burada geçen bazı kavramları “İçerikler” kısmında daha detaylı ele aldım.
Kitapta severek okuduğum bir bölüm: Dil ve kültür düşünceyi ne kadar kanalize eder? (s.426)
Üç kişi ile başlıyor hikaye, her biri diğerlerinin dillerini bir miktar konuşabilir sonra şöyle diyor yazar:
“Gerçek bir akıcılıkla salt iletişim yeteneği arasındaki farkı imleyen şey nedir? Her şeyden önce İngilizcesi akıcı olan birisi çoğu sözcüğü yaklaşık düzenli sıklığında kullanır. Yerli-olmayan bir konuşucu, sözcüklerden, romanlardan ya da sınıflardan topladıkları sözcükleri -artık yaygın olmayan- seçecektir, örneğin “get” yerine “fetch”, “very” yerine “quite” gibi.
Ama varsayalım ki bir yabancı bütün sözcükleri yaklaşık olarak normal sıklıklarda kullanmayı öğreniyor. Bu onun konuşmasını gerçekten akıcı yapar mı? Büyük olasılıkla hayır. Sözcük düzeyinden daha üst düzeyde, bir bütün olarak kültüre, - tarihine, coğrafyasına, dinine, çocuk masallarına, yazınına, teknolojik düzeyine ve benzerine bağlı olan bir çağrışım düzeyi vardır. Örneğin, modern İbraniceyi tamamıyla akıcı olarak konuşabilmek için İbranice Kitabı Mukaddesi’i çok iyi bilmeniz gerekir, çünkü bu dil içinde kutsal kitaba ait sözcük öbekleri ve onların yananlamları vardır.
…
Kültürün düşünceyi etkilemesi…
Örneğin bizim iki “sandalye” diyebileceğimiz şeyler Fransızca konuşan biri tarafından iki ayrı tipe ait nesneler olarak algılanabilir: “chaise” ve “fauteuil” (sandalye veya koltuk). Ana dili Fransızca olan kişiler, bu farkın bizden daha çok farkındadırlar-ama , o zaman, kırsal bölgede yetişen kişiler, diyelim, bir pikap ve bir kamyon arasındaki farkın bir kentliden daha çok farkındadırlar. Bir kent sakini ikisini de “kamyon” diyebilir. Bu algısal farkı doğuran, ana diller arasındaki fark değil, kültürler (ya da altkültürler) arasındaki farktır.
Bu olgu yukarıdakinden daha iyi açıklanmazdı herhalde. Roman çevirmenin farklı stilleri bölümü ile daha ayrıntısına iniyor konunun:
Suç ve Ceza romanının ilk cümlesinin farklı İngilizce çevirilerini ele alıyor, sonra kitapta geçen “S. Pereulok” cadde adının farklı çevirmenlerce “S. Sokağı” (pereulok sokağın standart çevirisi) gibi çevirilecekken çevirmenler tarafından İngilizceye “S. Meydanı” diğeri Stoliarny Meydanı ve üçüncüsü Marangoz Sokağı (stoliarny = marangoz) olarak çevirdiğini aktarıyor. Yazar bu durumda kafasının karıştığını belirterek şöyle devam ediyor:
…Böylece kendimizi Petrograd’da değil Londra’da, Dostoyevski’nin değil Dickens’ın yarattığı bir olayın ortasında hayal edebiliriz. Belki de, “İngilizcede ona karşılık gelen eser” gerekçesiyle onun yerine Dickens’ın bir romanını okumalıyız. Yeterince üst bir düzeyden baktığınızda bu Dostoyevski romanının bir “çevirisi” olacaktır-aslında, mümkünler arasında en iyisi!
Umut, kişinin gittikçe kendinin farkındalığını derinleştirerek, “dizge”nin kapsamını gittikçe genişleterek sonunda bütün
evrenle bir olma hissine erişeceğidir.
Gerçek dünya ve simülasyon hakkında:
“Öte yandan, bir gerçek-dünya problemi dünyanın herhangi bir parçasından mutlak bir kesinlikte asla tecrit edilemez.”
Burada bir anlam-düzey tartışması yapılıyor, bir problemi hangi düzeyden ele alırsanız aslında ne elde edersiniz? Tüm kurulan altyapılar XVII. bölümde çözülmeye başlıyor.
Yapay zekanın gel bir tanımı ile devam edelim:
AI’daki ilerlemelerle ilgili bir “Teorem” vardır: bir zihinsel işlev programlandığı anda, insan onu “gerçek düşünme”nin özsel bir unsuru olarak ele almaktan vazgeçerler. Zekanın olmazsa olmaz çekirdeği daima henüz programlanmamış olan bir sonraki şeydedir. Bu “Teorem”i bana ilk söyleyen Larry Terler olduğu için ona Tesler’in Teoremi diyorum: AI henüz gerçekleşmemiş olandır.
bir şeyden onun davranış dağarcığını tükettiğiniz zaman değil, ama davranışını içeren uzayın sınırlarının haritasını çıkardığınızda sıkılırsınız.
Ben hakikatın herhangi bir insan veya insan topluluğunun tam olarak ulaşamayacağı denli ele geçirilemez bir şey olduğunu; ve Yapay Zekanın, insan zekası düzeyine eriştiği zaman -veya hatta onu geçse bile- hala sanat, güzellik ve yalınlık problemleriyle rahatsız edileceğini, ve kendi bilgi ve anlama arayışında sürekli olarak bunlarla karşıya geleceğini söylüyorum.
Matematiksel mantıkta son derece incelikli bir şekilde sonuçlandırılmış bir şeyin hiçbir değişiklik yapılmadan tamamıyla farklı bir alanda geçerliliğini sürdüreceğini düşünmek büyük bir hata olur.
Son olarak modern sanat ile ilgili:
Eğer bir müzenin döşemesi üstündeki tahta bir küfe sadece bir müzeninin döşemesi üstündeki tahta bir küfeyse, o zaman müze temizlikçisi neden onu kaldırıp çöpe atmıyor?
…
belki de modern sanatın bu kadar anlaşılmaz olmasının sebebi budur.
…bütün bir zaman ve uzay içindeki bütün şeyler ayrılamaz biçimde birbirine bağlıdır. Evren içinde keşfedilen bölümlemeler, sınıflandırmalar, ve örgütlemeler keyfidir. Dünya karmaşık, sürekli, tek bir olaydır.
Evrenin aslında yekpare (monolit) olduğunun çarpıcı bir ifadesi…
Ve nihayet kitabın son diyaloğu muhteşem bir final yapıyor. Herkes bir araya toplanıp mutlu sonu hazırlıyorlar. Kitap aslında sonsuz yinelemeli bir döngü, kitabın kendisi belki de bir Gloop! Kitabın bitişi aslında kitabın girişine bağlanıyor, karakterlere bir bakın derim.